Işıkların bütün berrak parıltılarına rağmen içlerinde bir küskünlük taşıdığı,akşam yağmurlarının aniden bastırdığı bu sonbahar günlerinde beni yalnızlaştırıp kederlendiren,adını koyamadığım tuhaf bir şey var.
Anlatması zor aslında.
Garip ve derin bir özlem duyuyorum ama özlediğim insanın bir adı,bir yüzü yok,bu özlem beni öylesine korkutuyor ki sahibini bulmaya,tanımaya ona bir beden,bir koku vermeye çekiniyorum,camdan bir kuyuya düşer gibi ellerimi geçiricek bir pürüz bile bulamadan bu özlemin derinliklerine doğru kayarken gözlerimi kapatıyorum.
Pencerelerin inanılmaz derecede ışıklı,odaların ise serin ve gölgeli olduğu bu zamanlarda hiçbir yerde durmak istemiyorum,huzursuz bir gitme arzusu sarıyor beni ama nereye gideceğimi de bilmiyorum,gitmek istediğim yerin de bir adı yok ve gitmek istediğim yer birden zihnimde aydınlanıverecek,aniden herşey kararacak ve sanki o yer bir tiyatro sahnesi gibi karanlığın içinde kendi ışıklarıyla tek başına duracak diye ürperiyorum...O yeri bir kere görürsem oraya gitmemem mümkün olmayacak çünkü.Hissettiğim yalnızlık ise ömür bildiğim bir yalnızlık ve o hep aynı görüntüye sahip;bütün öğrencilerin gittiği,sınıfların boşaldığı sessiz bir okulun uzun taş koridorlarında bir akşam üstü yalnız başına pencereye dayanıp duran bir oğlan çocuğunun yalnızlığı bu,koridorlar mazot,lizol ve diş macunu kokuyor;yalnızlığımın nedeni ne olursa olsun duygusu ve görüntüsü hep bu,hep aynı saat,hep aynı gölgeleri uzanmış akşamüstü,hep aynı boş sınıflar,hep aynı sessizlik,hep aynı koku.
Bu derin özlem-büyük bir okulda bırakılmış çocuğun yalnızlığına kelepçeleniyor,çaresizleşiyor,güzsüzleşiyor,üzülüyorum.
Üstelik hiçbir tesellisin olmayan bir üzüntü bu.
Nedeni yok çünkü.
İçine mavi bir ışığın hapsedildiği keskin bir kristal gibi duran gökyüzünden,Göztepe'nin arka sokaklarına,apartmanların minik bahçelerine,inatla açan güllerine,soluk bir pembelikle büyüyen narlarına,portakal ağaçlarına,yol kenarlarındaki akasyalara yansıyan o parlak ve hüzünlü aydınlıkla çoğalacak,yaşadığım sürece benimle dolaşacak bu terkedilmişlik duygusu beni terk etmeyecek.
Yüzü,sesi,bedeni,kokusu olmayan birini özleyebilir mi insan?
Acıklı bir soru bu biliyorum.
Böyle bir şeyin olamayacağını düşündüğünüzü de biliyorum.
Ama olabilir bu.
''Ölüm ve hayat'' uçlarını birbirine bağlayan,onları birbirinden kopmaktan alıkıyan,ikisine de anlam katan ve ölümü de hayatı da bir saçmalık olmaktan kurtaran tek duygudur belki de.
Eğer bu dünyayı yaratan bir güç varsa,onun kudreti ne hayatta ne ölümde çıkar ortaya,onun olağanüstü yaratıcılığı böylesine bir duyguyu yaratabilmesinde,evrenin nerdeyse bütün kaosunu ve esrarını tek bir duygunun içine yerleştirebilmesindedir.
Her seferinde yeni ve bilinmez bir hikayeyle gelir karşınıza.
Bir çöl peygamberinin nefesini taşıyan ve yazdıklarına o nefesi üfleyen Halil Cibran,tan yirmi yıl boyunca,bir tek kez bile görmediği,bir tek kez bile sesini duymadığı,bir tek ekz bile kokusunu koklamadığı bir kadına aşık olarak yaşamıştı.
Bir arap entellektüeli olan,gazete yöneticiliği yapan,Mısır'ın sanatçılarını kendi salonunda toplayan May Ziyade ile sadece''mektuplardan'' oluşna bir aşk yaşamışlardı.
Büyük ihtimalle ''ilişki'',Ziyade'nin Cibran'ın yazılarına duyduğu hayranlıkla başlamıştı.
Sonra yazışmaya başlamışlardı.
Harfler,sözcükler,cümleler birbirini hiç görmeyen iki insanı tutkulu bir biçimde birbirne bağlamıştı.
Hiç buluşmadılar.
Hiç karşılaşmadılar.
Ama aralarında ki ''akş'',Cibran öldüğünde May'e ''Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemiştim,hiç bir kitapta bir varlığın bu kadar acı çektiğini,bu kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım,''
Dedirtecek kadar derindi.
Birbirlerine bu kadar tutkunken,birbirlerini bu kadar özlerken neden hiç buluşmadıklarını,neden birbirlerini görmek için çabalamadıklarını hep merak ettim.
Korktuklarını düşündüm.
Mektuplarını yazarken ruhlarını apaçık ortaya koyabiliyorlardı,neredeyse sınırsız bir özgürlükle her duygularını,her düşüncelerini söyleyebiliyorlardı,kıskanabiliyorlardı,kavga edebiliyorlardı;onların ruhlarının önünde,ruhun yolunu kesecek,onu yolda saptıracak,şaşırtacak bir beden yoktu,hiçbir yere,hiçbir tene sürtünmeden,eskimeden ilerliyordu.
Belki de bunu bozmaktan çekindiler.
Sadece zekalarının ışıltısıyla birbirlerini etkileyebilceklerini anladıktansonra bedenlerinin,zekalarının o büyük çekiciliğe ayak uyduramamasından,arzularının,düşüncelerinin derinliğine ulaşamamasından korktular sanırım.
Özlediler birbirlerini.
Ümitsizce özlediler.
May Ziyade,bilmediğimiz mektupların birinde belki de bu korkuyu dile getirdiğinden Cibran onu ikna etmeye,korkusunu yatıştırmaya çalışan mektuplar gönderdi.
''Bana aşktan korktuğunu söylüyorsun,neden küçüğüm?Güneş ışığından korkuyor musun?Denizin gelgitinden korkuyor musun?Günün doğuşundan korkuyor musun?Baharın gelişinden korkuyor musun?Aşktan neden korktuğunu merak ediyorum.Sıradan bir aşkın beni memnun etmeyeceği gig senin de sıradan bir aşktan hoşlanmayacağını biliyorum.Sen ve ben ruhta ki duyguları sınırlamala asla doyuma ulaşamayız.Daha çoğunu istiyoruz biz,herşeyi istiyoruz.''
Karşılaşsalar,aşkları''sıradanlaşır''mıydı?
Aşk sıradanlaşmaz,biter yanlızca.
Bitece bir aşka ''sıradan'' gözüyle bakıyorlardı belki de.
Bitmesin istiyorladı.
Hiç bitmesin.
May bazen korkuyor,bazen de aşkını açıkça yazıyordu.
''Aşkın eşlik ettiği yoksulluk ve sıkıntılar sevgisiz zenginlikten çok daha iyidir.Bu düşünceleri sana itiraf etmeye nasıl cesaret edebiliyorum.Tanrı'ya şükürler olsun ki bunları söylmeyip yazıyorum,çünkü şu anda burada olsan,hemen geri çekilip uzunca bir süre senden kaçarım ve söylediklerimi unutuncaya kadar da beni görmene izin vermem.''
Karşılaştıklarında,kaçınılmaz olarak''bir kadın,bir erkek''olacaklardı,Cibran'ın peygamberce sözleri,May'in derinlikli anlatımı yerini,onlara sıradan geldiğini sandığım''şehvete'' bırakacaktı; o mektuplarda kendini gösteren ruhlar,birer beden kazanacaktı ve bedenin sınırları içine hapsolacaktı.
Bu muydu acaba korkuları?
Peki,aşk korkar mı?
Korkmaz bence.
Onlar birbirlerini görmeden aşık oldukları için,aslında ''eksik'' bir aşk yaşadıkları için,o eksiklik korkuyla doluyordu.,bunu gidermek için bazen bir aşığın yazamayacağı kadar parlak bir anlatımla yazıyorlardı.''Güneş ufukta kayboldu,harika şekilli güzel bulutların arasından parlak tek bir yıldız belirdi,Venüz,Aşk Tanrıçası.Bu yıldız da bizim gibi aşk ve arzuyla dolu insanlar mı oturur acaba?Acaba Venüz de benim gibi mi ve kendi Cibran'ı mı var-kendi uzakta ama aslında çok yakında olan güzel varlık- ve acaba o da şu anda,ufukta titreyen alacakaranlıkta,alacakaranlığı karanlığın izleyeceği ve karanlığı ışığın izleyeceğini ve günü gecenin izleyeceğini ve geceyi günün izleyeceği ve sevdiğini görmeden önce bunun defalarca tekrarlanacağını bilerek ona mektup mu yazıyor.O zaman o da elinde ki kalemi alacak ve karanlıktan,bir adın kalkanına sığınacak:Cibran''.
Bir aşkın içine başka hangi duyguların sızdığını hiçbirimiz bilemeyiz;aşk herkes için aynı parlak alevli deliliktir ama her aşkın içine sızan duygular farklıdır,insandan insana,ilişkiden ilişkiye değişir.
Cibran yazardı.
Ve onların aşkı''yazıyla'' ilerliyordu.
May,bir yazarın aşkını sadece yazının çekiciliğiyle ayakta tutmaya çalışmak gibi zor bir iş üstlenmişti ve büyük ihtimalle onun aşkına ''iyi yazamamak,yazıyla yeterince etkileyememek'' tedirginliği sızmıştı.Cibran bir kresinde,''ikimiz de bütün becerileri,yetenekleri,bezemeleri ve düzenlemesiyle konuşma sanatını kullanma eğilimindeyiz.Sen de,ben de,dostlukla konuşma sanatının pek kolay uyum sağlayamadığını anlamak zorundayız.Yürek yalındır,May,yüreğin görüntüleri de temel şeylerdir,oysa konuşma sanatı sosyal bir araçtır.Bu nedenle konuşma sanatından yalın konuşmaya dönme konusunda anlaşalım mı?''
Bence,aralarındaki mektuplaşmada''aşkı'' en çok dile getiren mektuplardan biriydi bu.
Gösterişsiz,süssüz,karşısındakini en yalın,en çığlak haliyle görmek isteyen sade satırlar.
Bunu pek başaramadılar.
Eğer Cibran'ın istediği bu yalınlığa ulaşsalar,sadece bir ruh,sadece bir zeka olamk tutkusundan ryhtab iki insan dönüşecekler,aşkı sevişmeden koparacaklardı.
Belki yirmi yıl sürmeyecekti ama sürdüğü kadarıyla muhteşem olacaktı.
Birbirleriyle gizliden gizliye yarışan kik zeka,bedenin sıcaklığını ve şehvetin çılgınlığını da yanına alarak az rastlanır bir aşk taratacaktı.
Buna cesaretleri yetmedi.
Yakıldığında görülmemiş kıvılcımlar,renkler,şekiller ortaya çıkartacak bir havai fişeği hiç yakmadan yıllarca ellerinde taşıdılar.
Taşıdıkları şeyin değerini biliyorlardı.
Ama yandığında ne olacağını hiç öğrenemediler.
Belki de bir kere yaktıklarında kaçınılmaz olarak tükeneceğini düşündüler.
Yüzünü,sesini,kokusun bilmeden özkediler birbirlerini.
Birbirlerini görmeyerk bir aşka ihanet mi ettiler yoksa bir aşık kendi arzularından bile mi korudular,bilemiyorum.
Şu küskün ışıklı sonbahar gününde,adını,yüzünü,sesini bilmediğim ,kendi hayatımın girdabunda varlığını dalgaların kapattığı,bazen yalnızca bir silüet halide sezebildiğim isimsiz bir hayali özlerken bile onların aslında aşkalrına ''ihanet'' ettiklerini düşünüyorum.
Ben kimi özlediğimi bile bilmiyorum ama onlar biliyorlardı.
Beğenilmemekten çakindiler herhalde.
Birbiriyle kaynaşan ruhlarını öksüz bıraktılar,bedensiz bıraktılr,şehvetsiz bıraktılar.
Bir hayal olarak kalmak istediler.
Sadece bir hayal.
Beğenilen bir hayal.
Soluk pembe narlar büyüyor,ani akşam yağmurları bastırıyor,ıssız koridorlarda başını pencereye dayayan çocuğun yalnızlığı günü keskin ışığında gösteriyor kendini,loş ve gölgeli odalarda duramıyorum,gideceğim yeri bilmiyorum,neyi,kimi özlediğimi bilmiyorum,cam bir kuyudan düşer gibiyim.
Bu keskin mavi ışık yerini yağmurlara bıraktığında ben kurtulacağım.
''Hiçbir zaman bu kadar acı çekmemişti,hiçbir kitapta bir varlığın bu kadar acı çektiğini,bu kadar büyük bir acıya katlanacak gücü bulacağını okumamıştım''diyen May...
O,hiç kurtulamayacak.
İşre beni anlatan bir yazı daha...Benimki biraz daha farklı sanırım.Hikaye aynı...Kişiler farklı,zamanlar farklı...Benimkisi Tek kişilik bir şey....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder