
Gördüm onu. Üstüne kirli beyaz elbisesi, saçları çocuksu… Kendiyse zaten narin, hani dokunsan kırılacak…’’ diye anlatıyordu o günü Soluk.
Sabahları güneşin ilk keskin ışıklarını üzerinize saldığı saatlerde, Soluk her zamanki kahvecide oturur, sabah kahvesini içerdi. Etrafına pek dikkat etmezdi, sadece O geçerken şöyle bi kafasını kaldırır, onun nehrin kıyısından bisikletiyle geçişini izlerdi. Uzun uzun bakardı kaybolduğu yola bir süre… Sonra ah! Derdi… Ne kadın ama!.. Evine dönerdi sonra günlük işlerine gömülür, iki nefes arası yine onu getirirdi aklına… Ah, derdi sonra, ne kadın ama!
Akşamüstleri dolaşmaya çıkardı, şehrin taştan yapılmış kitapçılar sokağında, ara sıra ona rastlardı bir kitapçıda, elinde eski bir kitap olurdu genelde… Ne kadın ama Tanrı’m! Tarih gibi, yıllansa da heyecanı solmayan… Evine döndüğünde O’nun hayali hep yanında olurdu… İşte, yine unutmuşum seni ruhumda. Diye konuşurdu hayaliyle aslında kendi kendine… Uyurken, uyandığında, adım atarken, yerde bulduğu bir bozuk parayı karşısına çıkan ilk havuza atarken, yıldız kayarken hatta hiçlikle dolu sıradan bir anda bile O’nu dilerdi… O’nu, adını bilmediği kadını… Onu öpmeyi, tenine dokunabilmeyi, kokusunu damarlarında saklamayı, saçlarını ellerine dolaştırmayı… Gözlerini açmak istemezdi tüm bunlar geçerken aklından…
Hayallere daldığı bir andı… Zamansa akşama yakın lakin güneş halen oldukça tepedeydi… Yerinden kalktı, güneşin batışını izlemeyi sevdiği tepeye gitti. İstemsizce… İçinde bir şey vardı onu oraya sürükleyen… Tepeye vardığında O’nu gördü. Ama? O? Burda mı? Nasıl? Karmaşasından sıyrılıp onu izlemeye koyuldu.. Üstünde kirli beyaz, düşük omuzlu bi elbise vardı, çocuksu saçlarına gerçek papatyalardan bir papatya tacı takmış, sanki elleriyle güneşi yakalamaya çalışıyordu. Bu haliyle adeta bi meleği andırıyordu… Hiçbir şey düşünmeden ona doğru yürüdü… Omzuna narin bir şekilde dokundu. Ve kadın yavaşça Soluk’a doğru döndü… İlk defa yüzünü böylesine net böylesine yakından görüyordu… Kalbi deli gibi atmaya başladı. Aklından öyle çok soru geçti ki, konuşmayı bir kenara attı. Kadının yüzünü ellerinin arasına aldı ve kırılgan bir heykeli öper gibi öptü dudaklarını… Adını, kimdirliğini bilmeden aşık olduğu kadını öptü… Sanki yıllardır tanıyordu bu dudakları, kokuyu… Güneş batıyordu, güneşin son ışıkları vurdu kadının çocuk saçlarına, kadının aşkı saçlarında parladı ve gün batımı öpücüğü sona erdi… Şimdi sırada aşık olmak vardı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder