26 Kasım 2012 Pazartesi

=Yazgı=

‘’Silinmek üzere yazılan cümleler gibiydi hayat. Silikti hikâyeleri, kadınlar ve erkekler hep hasretti birbirlerine, hep olmayacaklara ait olmak için doğmuşlardı.’’

Ağlamakla beklemek arasında tereddüt etti Yazgı. Ne hissettiğini bile kavrayamamışken nasıl karar verebilirdi ki?

Tanımı yoktu hissettiğinin… Hem inanmıyordu ki daha… Hisleri, içindeki o ses ‘yalan’ diye haykırıyordu. Olmuyor, inandıramıyordu kendini. Huzursuzdu içi, bomboş hissediyordu – buna his denebilirse tabii- İçindeki boşluk yeniden ve daha büyük açılmıştı. İçinin boşluğuna tıpatıp uyan, oraya yerleşirken de beraberinde kocaman, sıcacık bir mutluluk getiren kadın, Eylül yitmişti.
Hiç olmadığını biliyordu aslında. Kendi ütopyasından ibaret olduğunu haykırsa da beyni, çığlık çığlığa susturuyordu onu, kalbinin delice atan yasına karşı…
Yazgı, ruhu bedeninden oldukça yaşlı, tam da adı gibi bi’ adamdı. Yazgılı… Şiir yanı kuvvetli, kitapları olmadan kimsesiz, suskun keşişvari…

Loşluk saatleri vardı onun. Kahve içer, telve telve dilek dilerdi o saatlerde. Boşlukta dalar dalar giderdi miyop gözleri…
Kafasında hep aynı düşünce dolaşır dururdu, ardından hep aynı kabullenişe sarılış: Eylül var mı? Elbet vardı… Yoksa her sabah duyar mıydı hep aynı kokuyu yastığında? Hep aynı gölge olur muydu aynasında? Olur muydu?
.     .      .
Aynı sıralarda, biz Yazgı’yla beraberken fazla değil, birkaç kilometre ötede bir kadın, babaannesinden kalma (hani şu Yazgı’nın rüyalarına giren, onu çok etkileyen ev.) eve yerleşiyordu. Yanında bir bavul dolusu kitap, turuncu bir minder ve kedisi Mira’yla… Kendisinden bir harf feda edip kedisine Mira demişti Miray.

Beline dökülen düz, sütlü kahve saçlarını bal rengi gözleri tamamlıyordu. Gözlerinin bal renginin etrafında lâcivert bir hale vardı, inceden… Göz rengindeki o hale misali incecik bir kadındı, süt beyaz tenli… Parmak uçları tüm dokunuşlara duyarlı, görmüş geçirmiş…
Seyrek konuşur, daha çok dinleyip düşünmekle yetinirdi. Yıllarca o kadar çok anlatmıştı ki, sonunda yorgun düşmüştü. Ne gücü vardı anlatmaya ne de anlatacak bir kimsesi…
                                                                      .      .      .
Kösele çantasından çıkardığı anahtarla, en son sekiz yaşındayken girdiği kapıyı açtı. Açmasıyla da burnuna çocukluk anılarının kokuları çarptı. Önce kedisi Mira’yı içeri bıraktı. Ardından üç – beş eşyasını sürükledi ve içeri girip kapıyı kapattı.
Ev oldukça temiz ve bakımlıydı. Gelmeden bir hafta önce temizlenmişti. Bu yüzden hiç sıkıntı çekmeden, eşyalarını yatak odasına bırakıp evi dolaştı. Baktığı her yerde sahnelerle karşılaştı çocukluğundan kalma.
 .     .     .
Yazgı, kahvesini sonlandırınca içine çöken kasvetten bunalarak, kedisi Eylül’le birlikte yürümeye karar verdi. Dengeli adımlarla yan yana yürüdüler Eylül’le birlikte. Ne Yazgı bir adım fazla attı ne Eylül ondan geri kaldı.
Bilindik evin önüne geldiklerinde, pencerelerden ışık geldiğini görünce ne yapsın bilemedi Yazgı, bir süre durduysa da yoluna devam etti.
Eylül, huzursuzlanmaya başladıysa da Yazgı onu yatıştırıp teknesine giden yolda yürümeye devam etti. Kasvetini alsa alsa teknesi, kasvetini alsa alsa denizi alırdı. Rıhtıma ulaştıklarında Eylül’ü kıcağına aldı, tekneye ancak öyle çıkabilirlerdi.
Tekneye çıkar çıkmaz Eylül, olduğu yerden kurtuldu ve köşesine yerleşti.
Şimdi yine güvertede sadece Yazgı ve en sevdiği kadın yalnızlık baş başaydılar. Yıldızlar simsiyah gecede pırıl pırıl, deniz meltemi baş döndürücüydü. Uzaklardan yasemin kokuları taşıyordu. Öyle güzeldi ki gece! O an öyle dokunulmaz, öyle kutsal bir kadın gibiydi ki… İzlemek bile tedirgin ediyordu insanı büyü bozulur belki diye. Bırak içinde olmayı!
Tek eksik şaraptı. Sakalları şiirle karışmış şarap kokan adamın şarabı…
İçeri girdi. Eylül’ün başını şöyle bir okşadı, uyuyordu Eylül. Ahşap dolaptan Vincent- Karadut’u aldı, güverteye döndü. Büyük, safran sarısı kadehine doldurdu şarabı ve kendini gecenin görkemine teslim etti. Yoğunluk tüm damarlarını esir aldığında, kadehine uzandı. Kurumuş dudaklarına dokundurdu kadehi. Ateşi öpercesine tedirgindi. Önce ürkek birkaç damlayla ıslattı dudaklarını. Ardından kavradı, kanıksadı ve gözlerini kapatıp tepesine dikti kadehi. Kadehi azat ederken fark etti, az ötedeki kayığı. Bir kadın vardı kayıkta, bir de kedi. Kedi, kadın… Kadın, kedi… Fazla düşünmedi, kendi iç sanrılarına çekildi yeniden. Dizlerinin üzerinde Eylül’le…

.      .      .
Ve karşıda bir tekne… Teknede bi’ adam, güzel bi’ şarap… İstemsizce tekneye doğru çekilen kürekler… Yakın, daha da yakın…
.      .      .
Dalga olmamasına rağmen deniz mırıldanıyordu. Yazgı’yı içinden alıkoyan da bu oldu işte. Bunlar kürek sesleriydi. Kadın yaklaşıyordu kayığıyla. Kedisiyle… Ten sesiyle…
Hiç sırası değildi. Yalnızlığını bölüşmeyi içi el vermiyordu. Gelen de geri çevrilmezdi ya… Kayık iyiden iyiye tekneye Miray bağırdı. (Tabii o sırada Yazgı için Miray’ın bi’ adı yoktu. Sadece bi’ kadındı.)

- Benim için de şarabın yok mu?

- Kayığını yaklaştır ve gel tekneme. Elbet şarap bulunur.

Önce Mira’yı uzattı, ardından kendi çıktı eteklerini toplayıp.

. . .
Ne yapabilirlerdi ki ilk anda, ikisi de birbirine yabancı, ikisi de birbirinden bi’ haber… Tanışmak lâzım geliyordu ya da belki her şeyi, başlangıçları, girizgâhları bir kenara itip, ortadan girmekti ne varsa… Kimsin bile demeden, sorup soruşturmadan… Evet, evet en iyisi böyle olmalıydı… O zaman ne gelmek olurdu ne de gitmek… Her şey yanar ve sonra kül olurdu… Telaşsız…

Davet beklemeksizin masanın boş yanına oturdu Miray. Yazgı’ysa çoktan, sanki bir senaryoyu oynar gibi, ikinci bir kadehle dönmüştü güverteye. İlk kadehten sonra hemen görünüverdi şişenin dibi göz açıp kapar gibi…

Gece öyle güzeldi ki! Uzaklar kadar güzeldi gece, o hiç gidilmemiş uzaklar…
 
Ay ışığı masayı terk ettiğinde uyku zamanının geldiğini anladı Yazgı. Kendi uyuyacaktı ya, peki bu kadın? Kalır mıydı? Gider miydi? Soracak oldu, Miray ondan önce davrandı.

-İçerdeki mavi sofada uyuyabilirim sanırım.
-Orası benim yerim ama…
-Zararı yok, öyleyse ben de güvertede beklerim sabahı, boş şarap şişesiyle…
-Hayır, yanıma sığ. Dedi. Ve arkasını dönüp gitti. Tereddüt etmeden Yazgı’yı takip etti.
.      .      .
Aslında tüm hikâye mavi sofada başlayacaktı. Uykudan önce, uykuyla, uykudan sonra… Dalga sesleri hariç ne kadar ses varsa sustuğunda… Karanın çığlıkları artık tekneye vurmadığında… Yazgı, Miray’ı koynuna aldığında…

.      .     .
Bir süre kendine duraklama payı verdi. Öylece izledi savunmasız halini… Sonra olduğu gibi sığıverdi yanına. İncecik bir kadındı nasılsa… Bir süre uykuyu bekler gibi öylece yattılar, vücutları alışır gibiydi birbirine. Miray başını kaldırıp Yazgı’nın yüzüne baktığında, dudaklarını yakaladı Yazgı.
Miray karşılık verdi. Tekrar yakaladı ve tekrar karşılık gördü.
 
‘’Hayat böyleydi işte… İnsanlar iyileşmek uğruna hiç tanımadıklarını öpebiliyorlardı, sığınabiliyorlardı hiç tanımadıklarının koynuna… Ne gariptir ki bir diğeri bilmiyordu öbürünün yarasını…’’
 
Miray, yüzünü eğdiğinde, Yazgı gözlerine perde çekti. Fısıldadı görmeyerek.
- Bakma yüzüme bir daha.
 
- Niye? Yüzün çok mu çirkin?
 
- Hayır. Eğer bakarsan, seni öperim…
 
O zaman Miray başını eğdi, derin uykulara bıraktı kendini. Yazgı’nın içindeyse minik bir ukde kaldı… Biraz saçlarına sürdü elini, yanında uyuyan kadının… Sonra o da uyudu… Her şey böyle başladı, böyle de bitti işte…
.    .    .
 

Güneş mavi sofaya vurduğunda, Yazgı’nın yanında Eylül uyuyordu. Miray haber vermeden – tıpkı geldiği gibi- gitmişti. Ne kayığı kalmıştı geride ne kedisi…
 
Yine keder çöktü içine, gözleri kederli, Eylül’e baktı. Sanki anlamış gibi miyavladı, manidar.
- Yine sen kaldın yanıma Eylül… Ne dersin, gerçekten yanımda mı uyudu? Hatta bu tekneye gerçekten değdi mi parmak uçlarıyla? Yoksa yine ütopik rüyalarımdan biri miydi ha Eylül?
 
Gerçekliğine boş şarap şişesinin altındaki notla inandı… Dört kelime vardı yalnızca…

’Sığınağım olduğun için teşekkürler…’’
 
Ve bir de şişeye bağlanmış mavi bir fularda kokusunu bırakmıştır… Gemi dümenli, deniz kabuklu mavi bir fular ve baharatlı melânkolik bi’ kadın kokusu…

. . .
’Hiç gelmeyip de gidenin yerine bir benzeri konulmuyor işte… Böyleleri tek gecelik liman olabiliyor sadece.’’ Diye düşündü Miray. Gidenin yerini sahtesi dolduramıyordu… Avuntu bile olamıyordu hatta!
Ilık suyla vücudunu arındırdı geceden, karnını doyurdu ve ruhunu susturmak üzere uykuya koştu. Uyku ilâç olmuyordu elbet… Uyku yalnızca uyuşturuyordu, söküp atmıyordu yaraları… En uzun uykuya kadar minik uykularla ayakta kalmaya uğraşıp duruyordu…
. . .

 
Son Sözler
Hayatlarımız hikâyelerden ibaret, kanıksanmış ya da kanıksanmamış… Kimi yazılmış kimi yazılmamış.
Ve yalnızlıklarımız taşmakta, kırılmışlıklarımızdan, içimizdeki her bir kırıktan… Kapı altından süzülen dumanlar gibi, sinsi sinsi…
Kahvelerimiz tek kişilik, çaylarımız beklemekten soğuk.
Yalnızlığın çaresini bulmuşlar diye çığlıklar savurarak koşuyoruz dumandan insanlara. Koşuyoruz da aslına bakarsanız hâlâ bu işte bi’ yalnızlık var en kanlısından…
Kalabalıklar bile yalnız… Hikâyeler de olmasa tükeneceğiz tek kalmışlıktan…

SON

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder