Uyandım.
Saat üçü yirmi yedi
geçiyordu. Gecenin sabaha yakın olduğu
kadar
Uzak olduğun bir
vakitti içinde bulunduğum an. Yanımda Saza uyuyordu. Düzenli bir şekilde nefes
alıyordu.
Saza, benim sevgilim.
Kırk yıl boyunca uyuduk biz. Uyandığımızda hiçbir şey aynı değildi. Sanki daha
bir mutsuzduk. Ama çürüttüğümüz ‘bugün’ü hiç olmadığımız kadar mutlu geçirdik.
Her şey tam olarak şöyleydi aslında:
‘’Adı sanı bilinmeyen
bu şehirde geçmişti çocukluğum, ömrümün yirmi dört yılı. Ve şimdi tam on yıl
önce terk ettiğim bu şehre Saza’yla yeniden geldim. Kalmaya değil de, şöyle bir
yoklamaya… Bütün gün, artık bana epey yabancı gelen sokaklarda dolaştık. İçimde
izi kalan kanıksanmış kokuları ruhuma çektim yeniden. Ara sokaklar, dar
sokaklar, karanlıklarda el ele yürüdük Saza’yla. Sokaklar öyle bir yere çekti
ki bizi!
Tam karşımda, bana
bakıyordu o heybetli ‘Köşk’. Bir zamanlar restorandı. Şimdiyse terk edilmiş,
kimine göre köhne, bana göreyse harikulâde bir köşk… Eskiden ne çok severdim
burasını. Öyle büyülü bir yerdi ki! Şimdiyse terk edilmişti. Gözlerim doldu.
Eminim o da ağladı. Yani köşk… O güzelim demiz kapıya kilit vurulmuş, bir de
gelişi güzel ‘kiralık’ yazılmıştı. Parmaklıklara dayandım, içerisi şimdi daha
da büyülü geldi. Çocukluk düşlerim uyandı. Saza arkamda seğirtti. Yarım yamalak
Türkçesiyle neler olduğunu sorduysa da yanıt vermeye takatim yoktu. Elinden
tutup kendimle sürükledim onu. İçimde umutla dolaştım duvarları. Açık bir kapı
vardı elbet. Öyle umuyor olsam da lanet olası kapıların hepsinde de koca koca
kilitler asılıydı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder