28 Temmuz 2011 Perşembe

=Bebek Yüzlü Büyük Erkeğim=

Boktan bir şairin sarhoş satırları bunlar belki... Şimdi anlatacağım hikayeyse kırk yıl öncesinde kalma bir hikaye. Bizim hikayemiz. Mahrem ve benim... Adım Efsun. Elli sekiz yaşındayım. Biz varken yaşım on sekizdi. Gençtim o zamanlar tabii. Benden yaşım kadar büyük Mahrem'e aşık olduğumda. Tren garında saat tam altıyı kırk beş geçe görmüştüm onu, dalgın mağrur yürüyordu ve tamda yirmilerinin ancak ortalarında gösteriyordu. Sanırım aynı yöne gidiyorduk. Çekinsemde yanına oturmuştum. Yüzüme bakıp gülümsemişti, yanaklarımın kızarıklığını fark edip.... Ortalama bir erkekti aslında ne fazla yakışıklı ne de çirkin. Hani vardır ya baktıkça güzelleşen tipler. Hah işte onlardandı. Beni ona çeken, yanaklarımı böylesine kıpkırmızı eden şey neydi bilmiyordum. Bildiğim tek şey ondan ayrıldığım zaman öleceğimdi. Hissediyordum bunu. Göğsüme bıçaklar saplanıyor, içime derin ve sinsi bir sızı yerleşiyordu. Konuşmalıydım ama ne yapmalı, nasıl yapmalı?
Derken, okuduğu gazeteyi bana uzatıp okumaz mıydınız? dedi. İşte o an bu söz hayatımı bitirirken yeniden doğurdu, canımı yakarken yaralarımı sardı. Ve yanıtlamadan evvel iste tam da o an. Gözlerini fark ettim. İçinden çıkılamaz girdaplara fırlatıp aeta esir eden gözleri.... Ah! Sol gözü gece gibi mavi, sağ gözü bulutlu ama ferah bir sabah gibi griydi. Bir tarafı gece bir tarafı gündüz...
Dilim tutulmuştu. Ağzımdan çıkan tek şey 'Efsun' oldu. Ve tam o an pencereden giren rüzgar saçlarımın arasından gelip geçti. Vakur bir edayla gülümsedi.
-Efsun... Adın mı? Eğer öyleyse ailen çok doğru seçmiş. Bakışlarında adın gibi...
- evet, adım.
Bende Mahrem öyleyse memnun oldum.
'Maahreeem' beynimde çınlıyordu...
Birkaç dakika sonra sanki iki eski dost gibi sohbete dalmşıtık. Kitaplardan hayattan oradan buradan dem vuruyorduk.
Tren durup ayrılık vakti geldiğinde bir taş oturdu sineme. Gidiyordu, gidiyordum. Bitmişti işte. Gözlerim doluyordu. Sadece adını biliyordum. Mahrem. Soğuk bir kasım günüydü. Üşümemem için atkısın vermişti bana. Ayrılırken atkıyı boynumdan çıkarıyordum ki.
-Hayır, hayır kalabilir dedi. Teşekkür ettim ama gitme diyordu içim. Ve yarım saat sonra ağlayarak, yürüyordum ardımda onu bırakarak. Boynumda atkısı, boynumda kokusuyla.
Yarım aklım bir tek ona yetiyordu. Yemiyordum, içmiyordum, duymuyor dinlemiyordum. Ne zaman gece olsa aklıma o geliyordu, gözlerime gözleri... Geceleri uyumuyordum artık. Sadece gökyüzünü izliyordum ve hep yağmur yağsuın bulutlar sarsın istiyordum.
Bir gün mucize gibi bulutlu bir günde, onu gördüm yeniden mavi salıncaklı parkta ve o tek başına bi bankta oturuyordu.Korktum, gözlerim bana oyun mu oyunuyordu yoksa sahinden o muydu? Sessizce yaklaştım velki de seraptı... Seslendim... Ve bana baktu yine o gözleri, gecem ve sabahım.
-Efsun, sensin demek. Ah! Gel, gel otursana.
Mucizelere inanıyordum artık. Yeniden bir yanyana olabilmiştik. Ne diyeceğimi bilemedim yine, o konuştu.
-Atkımı sevdin demek. dedi Gülümsüyordu yine.
-Boynumdan hiç çıkarmadım ki, günden beri. Deyiverdim. İçimden geçeni dışarı vurdum ve kızardım yine. Gülümsedi. Devam ettim.
'Keşke içimi okuyabilseydin, o zaman her şey daha kolay olurdu sanki. Nasıl söylenir bilmem. O günden beri yani ne zaman ki trenden indim ve atrıldım yanından sürekli seni düşünüyorum, güzlerini düşünüyorum. Sanırım ben seni... seviyorum işte. Kimsin nesin hiçbir şey bilmiyorum. Bilsem ne çıkar. Bağışla beni. Hastayım farzet...'
Kendime ağzımdan çıkanlara ben bile hayret ediyor, utanıyordum işte o vakit ağzından bir şiir dökülüverdi.
Hoşgeldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun.
Hoşgeldin!
Ayrılık uzun sürdü
Özledik.
Gözledik.
Hoşgeldin!
Biz
bıraktığın gibiyiz
Ustalaştık biraz daha
taşı kırmakta.
Dostu düşmandan ayırmakta.
Hoşgeldin yerin hazır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun süre vaktimiz yok.
YÜRÜYELİM...

O gün saatlerce yürüdük. Konuştuk, bu sefer kendini hayatını kim olduğunu anlattı bana. Böylelikle 11 Ocak günü aramızda adını tam koyamadığım birşeyler başladı. Otuz altı yaşındaydı. Hiç evlenmemiş, kimseyi sevmemişti. Ya da bana söylememişti. Şiirler yazardı, verirdi bana. Nazım'dan, Necip Fazıl'dan... Ama en çok Nazım'dan...
Bebek yüzlü büyük erkeğim derdim ona. Büyüktü, ama bebek yüzlüydü. Bazen çocuk olurdu, bazen kocaman bir adam. Yaralarını hiç göstermedi bana. Beni büyüten, kadınlaştıran o oldu. İlkti. Son olacağını bilemezdim. Yıl dediğin çabuk akar derler, bizim yıllarımız akmaya fırsat kalmadan bitiyor eriyip kayboluyordu. On iki yıl bir hiç gibi sanki kocaman bir gün hatta belki dakika gibi gelip geçti. Anlamadık. Beni bıraktı ve gitti, on iki yıl sonra. Keşke terk etmiş olsaydı. O... Bir trenin altında kaldı. Bizi bağlayan şey gözünü kırpmadan kopardı. On iki yıl sonra bir gün aniden yapayalnız, bomboş ve sahipsizdim yeniden. Başlarda idrak edemedim. Kabus mu gerçek mi?
Haplar, doktorlar... Belli bir süre sadece bunlar. Ha birde birlikte olduğumuz fotoğraflar, bana yazdığı mektuplar ve tüm diğerleri. Hayatımın ibaret olduğu şeyler.
Hayatımın on iki yılı cennet geriye kalanlar azap... 28 yıl boyunca hiç gülmedim... Ve hep ona bir oğul vermek istedim. Olmadı. Beni görüyordur belki... O da iç geçiriyordur...
Ahsevgilim, bebek yüzlü büyük erkeğim. Seni hiç unutmadım. Sende beni unutma..
Efsun...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder